O güne değin sıradan ‘Osmanlı’ olan insanlar, cumhuriyetin ilanı ile birlikte ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı’ sayılmışlardır.
Söylemeye gerek yok ki, Osmanlı topraklarında yaşayan insanları o güne değin ‘Osmanlı’ olarak biribirlerine bağlayan ‘bağ’, ‘hanedan bağı’ idi.
Osmanlı Devleti’ni kuran Oğuz Türkleri’nin Kayı Boyu’dan gelen Osman Bey değil miydi?
Zaten Avrupalılar da Osmanlı İmparatorluğundan ‘Türkler’ diye sözederken bu ‘etnik bağ’a gönderme yapıyorlardı.
Ne var ki, bu bağ bir ‘doğrudan zor’a dayanıyordu.
‘Osmanlı Devleti’nin ‘egemenliği’ altında yaşayan insanlar bir alt düzeyde,, ‘müslüman’lık ya da ‘hristiyanlık’ veya müslüman Türk, Kürt, Ermeni ya da Hristiyan Rum ve Ermeni olmaları gibi ‘bağı’larla tanımlanabiliyorlardı.
Yani ‘Devlet gücü’ olarak ‘hanedanın egemenliği’, onları birarada tutan ‘zor bağı’ olmasına karşın, kendi aralarında ‘din bağı’ ile biribirlerine bağlı idiler.
Halk kitlelerini biribirlerine bağlayan ‘çimento’ da, gönüllü bağ’ olan ‘din bağı’ olmaktan çok zorlu bağ olan ‘hanedan bağı’ idi.
Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile birlikte, ‘egemenlik kayıtsız ve koşulsuz olarak’ halkın doğrudan ‘kendisi’ne verilmiş oldu.
Ve halk kitleleri sözcüğün tam anlamı ile ‘özgürlük’lerine kavuşmuş oldular.
Yani kendi ‘özgür irade’leri dışında ‘herhangi bir ‘bağ’la bağlı değillerdi artık.
Onları ‘etnik’, ‘dinsel’ ya da herhangi bir zor ‘bağ’ı ile biribirlerine bağlamak, ya da aralarına ‘çimento’ dökmeye gerek yoktu.
‘Egemenlik’ kendi ‘irade’lerine bırakılmıştı.
Ancak bu egemenliğin pek sözü edilmeyen bir ‘koşul’u vardı.
Bir başkasına ‘devredilemez’ idi.
Yalnız ve sadece, diyelim bir seçim süresi boyunca kullanımına ‘vekil’ atayabilirlerdi ancak.
Böylece cumhuriyeti oluşturan halkı birbirlerine bağlayan bağ, ‘kendi irade’leriyle her zaman yönlendirebilecekleri bir ‘politik bağ’ oldu.
Onlar artık ‘özgür yurttaş’lar idiler.
Ne var ki bu ‘özgürlük’ yabanıl bir özgürlük değil, denildiği üzere ‘politik özgürlük’ idi.
Bu ‘politik özgürlüğün’ olmazsa olmazı da, ‘politik görevleri’n yerine getirilmesidir.
Diyelim kendi ‘vekil’ini atamak, atadığı ‘vekil’i denetlemek, ‘vekil’in vekillik sınırını aşmasını engellmek vb vb.
Son tümceden olarak, bugün Türkiye’de kaç ‘yurttaş’ kendi ‘vekil’ini gerek atamak ve gerekse vekilin ‘vekillik sınırını’ aşıp aşmadığını denetlemek konusunda söz sahibidir?
Belki yarın, 29 Ekim 2012 günü bu konuda bir ‘görüş’ edinilebilir.
Bakalım ne kadar ‘Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı’, cumhuriyetin kendilerine kayıtsız ve koşulsuz olarak verdiği ‘egemenlik hakkı’nı kullanabilecek?
Yani ‘yurttaşlık görevi’ni yerine getirecek..
Oysa her yurttaşın yalın ve sıradan günlük ‘iş’lerinin başında gelen bir ‘görev’idir bu.
Yarın sokaklarda ellerinde bayraklar ile ‘kendi bayramı’nı kutlamayan insanları ‘yurttaş’ olarak tanımlamak bile kolay olmasa gerektir.
O nedenle yurtaşlığı da devleti de cumhuriyeti ve demokrasiyi de ‘ tanımlamak’ zor bir iştir diyordum.
Bu kavramlar yaşamın her yanında ve günlük yaşamın içinde görülüp yaşanmadıkça anlaşılamazlar.
Yarın, 29 Ekim 2012 günü dünyanın neresinde olunursa olunsun, Cumhuriyet bayramı kutlamalarına şu ya da bu biçimde katılmayan kişi, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı sayılmayacağı gibi, devlet, demokrasi ve cumhuriyet konusunda da ‘tek sözcük’ etmek hakkına sahip olmamak gerekir.
Bu duygu ve düşüncelerle yurttaşlarımızın cumhuriyet bayramını kutluyorum.
Habip Hamza ERDEM - 28 Ekim 2012