ABD’nin başını çektiği Atlantik sisteminin, tatlı yöntemlerle kontrol altına alamadıkları bir ülkeyi işgal etmek için hangi yöntemleri kullandığını artık ezbere biliyoruz.
Hedefe konulan ülkede, önce içeriden kullanılacak unsurlar çeşitli teşvikler sunularak devşiriliyor. Daha sonra devşirilen bu unsurlar, dışarıdan getirilen unsurlarla birleştirilerek terör grupları oluşturuluyor.
Atlantikçilerin özel kuvvetleri yönetiminde birleştirilen ve ağır silahlarla donatılan bu terör grupları, hedef ülkede suikastlar, katliamlar, bombalı saldırılar gerçekleştiriyor, iç karışıklık yaratıyorlar…
Mevcut yönetimin bu teröristlere karşı ülke güvenliğini sağlamaya yönelik girişimlerini ise dünya kamuoyuna ‘insan hakları ihlali’ olarak sunuyorlar. Tek merkezden yönettikleri yaygın medya ve kitle iletişim araçlarını kullanarak ‘diktatör’ ilan ettikleri , ‘insan haklarını ihlal ettiğini’ ileri sürdükleri yönetimi, dünyadan tecrit etmeye; BM Güvenlik Konseyi’nden hedef ülkeye sıkı biçimde uluslararası ambargo kararı çıkarmaya; dış ticaretini engelledikleri ülkenin ekonomisi zayıf düşürmeye; direncini kırmaya çalışıyorlar.
Eğer işler ’yolunda’ giderse, en sonunda bizzat kendileri tarafından istikrarsızlaştırılan ve iç karışıklığa sürüklenen ülkeye kurtarıcı pozlarında giriyorlar. En gelişmiş kitle katliam silahlarını en acımasız biçimde kullanarak ‘akan kanı durduruyorlar’, ülkeye sözüm ona ‘özgürlük ve demokrasi’ götürüyorlar.
Yugoslavya’da, Irak’ta, Libya’da hep bu yöntemi kullandılar.
Şimdi aynı yöntemi Suriye’de uyguluyorlar.
Ama bir sorun var! Artık her şey onların istediği gibi gitmiyor.
Çünkü deniz bitti, Suriye’de Avrasya kayasına tosladılar!
*** *** ***
Atlantik güçleri, önceki hedef ülkelerde olduğu gibi Suriye’de de özel kuvvetlerinin yönetiminde terör grupları oluşturdular.
Aralarında ülkemizin de bulunduğu Suriye’ye komşu ülkelerin Suriye sınırındaki illerinde, ilçelerinde bu terör gruplarının barınabilecekleri güvenli bölgeler, kamplar kurulmasını sağladılar. Bu teröristleri, özel kuvvetlerinin yönetiminde silahlandırıp Suriye’de suikastlar, katliamlar, provokasyonlar yaptırdılar… Estirdikleri terör ortamında can ve mal güvenliğini ortadan kaldırdıkları Suriye halkını Suriye’ye komşu ülkelerde oluşturdukları mülteci kamplarına göç etmeye zorladılar… Böylece dünyaya, ‘‘Suriye halkı Esad zulmünden kaçıyor’’ görüntüsü vermeye çalıştılar.
Ama sıra, tüm bu tezgâhı kullanarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden Suriye’ye uluslararası yaptırım kararı çıkarmaya gelince, bunu bir türlü başaramadılar…
BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme getirdikleri Suriye’ye uluslararası yaptırım karar tasarılarının hepsi Çin ve Rusya’nın vetosuna tosladı!
*** *** ***
Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkını kullanmaması için her provokasyona başvurdular.
Örneğin, 4 Şubat 2012 günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye müdahale karar tasarısı görüşüleceği günden bir gün önce, Suriye’nin Hums kentindeki bir camiye, Mevlit Kandili kutlandığı sırada düzenlenen saldırının sorumluluğunu Esad’ın üzerine attılar.
Oysa akıl var, mantık var, BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye uluslararası yaptırım kararının görüşüleceği günden bir gün önce Esad yönetiminin Mevlit Kandili kutlanan bir camiye saldırması için zırdeli olması gerekirdi herhalde!
Elbette Rusya ve Çin, bu provokasyonu yutmamış ve ABD ile işbirlikçilerinin dayattığı karar tasarısını bir kez daha veto etmişti…
Ama emperyalizm işte böyle bir şey.
Böylesine alçakça tezgahlar kurabiliyor; zekamızla dalga geçercesine öne sürdükleri böylesine akıl dışı iddialara gözümüzü kapatıp inanmamızı isteyebiliyorlar.
Bu saldırı sonrasında ülkemizin başbakanlık koltuğunda oturmakta olan Recep Tayyip Erdoğan da, partisinin Meclis grup toplantısında 7 Şubat 2012 günü yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
‘‘…bugün Hums’ta yüzlerce masum sivili katledenler, adli ilahiden önce, kendi halklarının önünde hesap verecektir. (…) Bu kahramanlık değil, korkaklıktır. Her zalimin kalbine sinmiş acziyet, zavallılıktır. Hiçbir zulüm karşılıksız kalmaz. Zulüm ile abat, zulüm ile payidar olunmaz. Mazlumun ahı, er ya da geç mutlaka çıkar. Irak, Libya, Mısır’da mazlumun ahı çıktı, hiç şüpheniz olmasın Suriye’de de çıkar. ’’
Dikkatinizi çekmiştir umarım, Recep Tayyip Erdoğan bu sözleriyle, bir ülkenin ABD tarafından işgal edilmesini ‘mazlumun ahının çıkması’ olarak gördüğünü ilan etmiş oluyordu aslında.
*** *** ***
Suriye’ye askeri müdahalenin önünü açmak için kullandıkları provokasyon araçlarından biri de kimyasal silah provokasyonu idi.
Sanki ‘‘Irak’ta kimyasal silah var’’ yalanıyla Irak’a girip, Irak’ta en gelişmiş kitle katliam silahlarınıkullanarak milyonlarca insanı katleden kendileri değilmiş gibi, ‘‘Esad’ın kimyasal silah kullanmasını Suriye’ye müdahale nedeni sayarız’’ demeye başladılar.
Ne garip rastlantı ki, BM denetçilerinin Suriye’de kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığını denetlemek için Suriye’ye gideceği günden yine bir gün önce, bu kez de Suriye’de kimyasal silah kullanıldı.
Evet, kimyasal silah kullanılmıştı kullanılmasına, ama kullanan Esad değildi. Anlaşıldı ki kimyasal silahı kullanan, ABD’nin bölgedeki işbirlikçilerinin desteklediği teröristlerdi. Bölgede araştırma yapan Rus uzmanlar, Suriye’de kullanılan kimyasal silahların Suriye devletinin elinde bulunan kimyasal silahlardan ayrı formüllerle üretildiğini belirlediler. Şam’da kullanılan kimyasal silahların, teröristler tarafından daha önce Halep’te kullanılan kimyasal silahlara benzediğini tespit ettiler. Dahası, kullanılan kimyasal silahların Türkiye üzerinden Suriye’ye gittiğine ilişkin bulgulara ulaştılar.
Kısacası bu numara da tutmadı ve geri tepti!
*** *** ***
Son olarak Esad, elindeki kimyasal silahların listesini BM’ye verdi ve bu kimyasal silahların BM gözetiminde imha edilmesini kabul etti.
Böylece, ABD ile işbirlikçilerinin elindeki bu kozu da onların elinden almış oldu!
Evet dostlar, aslında Atlantikçilere yolun sonu göründü.
Görünen o ki, Suriye üzerindeki hesaplaşmada her açıdan hızla itibar ve güç kaybediyorlar.
Emperyalizme karşı vatanını savunan Esad ve ona destek olan Avrasya güçleri ise hızla itibar ve güç kazanıyorlar!
Kısacası, İsmet İnönü’nün deyimiyle söyleyecek olursak, gerçekten ‘‘Yepyeni bir dünya doğuyor’’.
Ve Türkiye’mizin de o dünyada kendisine yakışan onurlu yeri mutlaka alacağından hiç kuşkunuz olmasın!