Home » 2013»November»28 » AKP CEMMAT KAVGASINDA OK YAYDAN ÇIKTI , GERİ DÖNÜŞ YOK (!!!)
19:18
AKP CEMMAT KAVGASINDA OK YAYDAN ÇIKTI , GERİ DÖNÜŞ YOK (!!!)
AKP CEMMAT KAVGASINDA
OK YAYDAN ÇIKTI ,
GERİ DÖNÜŞ YOK
(!!!)
İyi akşamlar sevgili izleyiciler;
Türkiye’nin gündeminde, daha doğrusu AKP ve yandaşlarının gündeminde yine birinci sırada dershaneler var. Konu açıkçası beni çok yakından ilgilendirmiyor. Zamanında eğitim sisteminin sakatlığı üzerine pek çok yazı yazmış, bu konuda çalışmalara katılmış, panellerde konuşmuş biri olarak sorunun dershaneler olmadığını, eğitim sisteminin bu şekilde olduğu sürece hiçbir şeyin çözülemeyeceğini söylemiştim.Aslına bakarsanız zaten tartışma da eğitim sistemi üzerine değil. İlk bakışta bir rant kavgası gibi görünse de sorun daha derinlerde. Ülke yönetiminde pay sahibi olmak egemenliği tek elde toplamak veya duruma hakim olmak amacıyla sürdürülen bir kavga var.
Bugün sizlere daha önce konuştuğumuz konuları daha derli toplu anlatmak ve konunun zihinlerde daha net biçimde algılanmasını sağlamak için bazı saptamalarda bulunmak istiyorum.
Önce cemaatin ne olduğunu tam bilmeliyiz. Fethullah Gülen’in manevi kimliği etrafında oluşturulan, bir lideri, net ideolojisi olmayan bir harekettir cemaat.
Gülen gençlik yıllarında gezici vaizlik yapan, daha sonra devlet kadrosunda da yer alan, heyecanlı, gözyaşlı konuşmalarıyla ilgi çeken, kitleleri etkileyen bir kişi.
70’li yıllarda 61 anayasasının sağladığı fikir özgürlükleri ortamında Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, Aydınlar Ocağı gibi dernekler de faaliyete geçmişlerdi. Bu derneklerin temel özelliği Türk İslam sentezini oluşturmak, laik demokratik cumhuriyetin izin verdiği ölçüde İslamı siyasallaştırmaya çalışmalarıydı.
Şimdiki siyasal İslamcılar hep itildiklerini, kakıldıklarını, ikinci sınıf muamele gördüklerini söylerler ya, bu aslında koca bir yalan. Çünkü bugünkü iktidarın siyasal zihniyeti aslında çok partili hayata geçildikten sonra devletin asıl resmi ideolojisi haline gelmişti.
Tek Parti diye aşağıladıkları CHP aslında bir "kuruluş partisi” konumundaydı, 1950’ye kadar kurucu partinin öncülüğünde yönetilen Türkiye o tarihten sonra hep sağ iktidarlar tarafından yönetildi.
Ancak şurası gerçek ki, Atatürk Cumhuriyeti kurarken çok sağlam temeller üzerine oturtmuş, kendi sağlığı boyunca başlattığı aydınlanma dönemini zaman zaman sert önlemler de alarak sürdürmeye çalışmıştı. Sonuçta ülke sağ iktidarlar tarafından da yönetilse, Cumhuriyet ilke ve devrimlerine bağlı, laik bir yapı devletin temel yapısını oluşturuyordu. Sağ iktidarlar bundan şikayetçi olmakla birlikte, kısa sürede adeta genlere işlemiş cumhuriyetçiliği hemen söküp atamadıkları için önceliği devlet içinde kadrolaşmaya vermişlerdi.
Geçmişe doğru bakıldığında, devlet erkini elinde tutanların ordu da dahil hep sağ eğilimli olduklarını görürüz. Örneğin ordu hiçbir döneminde sol tarafta yer almamıştır. Elbette ordu içinde soldan vurmaya çalışanlar olmuşlardır, ama onlar hiçbir zaman egemen olamamışlardır.
27 Mayıs’ı yapanlar solcular değildir.
12 Mart’ta muhtıra verenler solcu değillerdi.
Belki 9 Mart girişimi için, bilmeyenler vardır, 12 Mart’ta hemen önce ordu içinde örgütlenen bir gurup darbe yapmaya yönetime el koymaya kalkmıştı. Ancak son anda Komuta Konseyi duruma müdahale etmişti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, "bana bırakın” demiş ve 12 Mart’ta muhtıra verilmişti. 9 Martçıların da hepsi tasfiye edildi. Şimdikiler askerler ilk defa yargılanıyor falan zannediyorlar, oysa 9 Mart’çıların akıbeti belki bugünkü gibi olmamıştır ama hepsi darmadağın edilmişlerdir. Yani hesap sorulmuştur.
12 Mart tamamen sağ politikalar yürüterek asıl kıyımı sol üzerinde yaptı.
Ardından gelen 12 Eylül darbesi de sağ bir darbedir.
Çünkü ordunun zaten başka şansı da yoktu. 1952’den itibaren NATO’ya giren ve bir NATO ordusu hüviyeti alan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin birinci görevi ülke sınırlarını değil, komünizm tehlikesine karşı Türkiye’yi NATO çıkarları için savunmaktı.
28 Şubat ise aslında tüm bunların devamıdır. Şimdiki güya demokratlar orduyu darbecilikle suçlayıp, 28 Şubat’ın CHP anlayışında sol bir hareket olduğunu söylerler ama ordu 28 Şubat’ta sermaye çevrelerinin çıkar kavgasına "laiklik elden gidiyor” abartılı tepkisiyle ortak olmuştu o kadar.
Yani kısacası, Türkiye’nin temel yapısı ve bugünkülerin pek sevdiği deyimle resmi ideolojisi hep sağ eğilimlidir.
Ancak devlet bu yapıyı kurarken, laikliğin aslında herkesin kurtarıcısı da olduğunu görmüş, bu sayede bazı iç çatışmaların çıkmasının önüne geçilebildiğini anladığı için laikliği hep korumuştur.
Yoksa ülke CHP zihniyeti ile sol zihniyetle yönetildiği için laiklik korunmuş değildir. Bundan 40-50 yıl öncesinin sağ siyasal akımları da laiklik sayesinde güven altında olduklarını görmüşlerdir.
Sonuç; sağ çok partili hayatın başından itibaren Türkiye’nin asıl yöneticisi, egemeni, işbirlikçisi konumundadır.
Vesayet konusuna gelince; bugünkü AKP yandaşları ve özellikle kendilerine aydın süsü veren, yüzlerinde liberal maskesi olan faşistler aslında bu gerçeği bilirler ama tezlerine dayanak sağlamak için "Efendim, olabilir, Türkiye hep sağ iktidarlar tarafından yönetilmiş olsa da aslında ordu bütün gücüyle ülkenin sahibi gibi her şeye karışıyordu, kimseye nefes aldırmıyordu, kafası bozulunca da darbe yapıyordu” derler hep.
Bu gerçek değil ki. Ordu hiçbir zaman asıl sistemin, sağ resmi ideolojinin dışına hiç çıkmamıştır ki. Sadece işler karışıp, sağ iktidarlar ülkeyi yönetemez hale gelince ve uluslar arası güçlerin Türkiye üzerindeki hesapları gecikme tehlikesiyle karşılaşınca, yönetim elbirliği ile orduya devredilmiştir.
Yani darbeler olmuştur olmasına da, bunun içinde dönemin iktidarları da vardır. Zaten öyle olmasa Demirel nasıl olur da iki kez askeri müdahaleyle yıkıldığı halde tekrar başa gelebilmiş, cumhurbaşkanı bile olabilmiştir.
Ki 28 Şubat döneminde de en başta oturan kişi Demirel’dir. Türkiye’deki sağ iktidarların en önemli sembolüdür Demirel. Herhalde Demirel Cumhurbaşkanı olunca CHP’li olmamıştır, sola geçmemiştir.
Neyse konuyu fazla dağıtmayayım. Fethullah Gülen bu yapının neresindeydi? Gülen sağ örgütlenmede, dini daha öne çıkaran İlim Yayma Cemiyeti içindeydi. Rehber olarak Saidi Nursi’yi almış, onun barışçıl söylemiyle, insanları ikna ederek sabırlı, istikrarlı biçimde devleti bir din devletine dönüştürecek yapının temellerini atmaya çalışıyordu.
Gülen cemaatinin en önemli özelliği sabırlı olmalarıdır. Önemli olan hedefe varmaktır, bu nedenle hiç acele etmeden, kendini çok ortaya koymadan, sessiz ve derinden örgütlenmeyi sağlamaktır.
Nitekim bundan 40 yıl önce başlatılan bir eğitim hamlesiyle, din hassasiyetleri olan gençler öncelikle siyasal bilgiler ve hukuk fakültelerine yönlendirildi. Bu gençlere yurt, yemek imkânları sağlandı. Para yardımları yapıldı. Bu gençler çevrelerinde yaratılan bu iklimle daha İslamcı, daha muhafazakâr olarak yetiştiler elbette.
Sonuçta mülki idare ve yargı çevrelerinde bu nitelikte pek çok kaymakam, vali, bürokrat, hakim, savcı ve avukat yetişti. Yaşlar da ilerledikçe bunlar daha etkili yerlerde olmaya başladılar.
80’li yıllarda ise cemaat öğrencileri bu yöntemlerle eğitime yönlendirme aşamasında çıtayı yükseltti ve önce üniversite hazırlık dershaneleri sonra da özel okullar açmaya başladı. Genellikle dar gelirli, yoksul ama dini hassasiyetleri yüksek ailelerin çocukları bu sayede daha iyi okullarda okuma olanağı yakaladı.
Elbette bu okullar dershaneler milli eğitim müfredatlarını uyguluyorlar. Hepsinde Atatürk, devrimler, Cumhuriyet tarihi okutuluyor. Her okulda, dershanelerde bile Atatürk köşeleri de var. Ama sevgili izleyiciler, buralarda oluşturulan iklim önemlidir. Elbette kimseye zorla, baskıyla bir şey yaptıramazsınız. Buna henüz gelişme çağındaki öğrenciler de velileri de karşı çıkarlar. Ama bu eğitim kurumlarında öyle bir iklim oluşturuldu ki, gençler farkında olmadan belli bir düşünce yapısı ile yetiştirildiler.
Örneğin bu okullarda dershanelerde serbest çalışma saatleri vardır. Etüd denirdi bizim zamanımızda. Ev ödevleri yapılır, sınavlara hazırlanılır. İşte bu saatlerde sınıfta kargaşa olmasın diye yaşları büyük, tercihan üniversitelerde okuyan erkekler kızlar gözetmenlik yapar. Hem disiplini sağlar hem de bilgileri olduğu için çocuklara ödevlerinde yardım ederler.
Bunlar asla çocuklara dini telkinlerde baskılarda bulunmazlar. Ama şöyle yaparlar; örneğin çocuğun bir konudaki sorusunu cevaplarken, çok usta biçimde örneği ya bir din büyüğünden, ya bir dini hikâyeden, kıssadan verir. Sonra örneğin çocuklar ders çalışırken abi ya da abla "Çocuklar biraz sessiz oturun, ben namazımı kılıp geleyim” derler. Hiçbir öğrenciye siz de namaz kılın diye bir telkinde de bulunmazlar.
Bu süreci bir yıl, iki yıl üç yıl olarak düşünün. Hiçbir baskıya uğramasa bile o iklimde bulunan çocuklar birkaç yıl sonra farkında olmadan belli bir düşüncenin, yaşam biçiminin etkisi altındadır artık. Tersten bir örnek vereyim. Nazlı Ilıcak Fransız Damdesion mezunudur. Bu okulda öğretmenlerin çoğu rahibelerden oluşur. Fransız kültürü ve yaşam biçimi okuldaki eğitimin her alanına sızmıştır. Nazlı Ilıcak da bu nedenle daha ziyade bir Fransız gibi yaşar, düşünür. Bu çok normaldir. Bunları "Aman ne kötü bir şey yapmışlar” diye anlatmıyorum. Sadece manzarayı görmeniz için anlatıyorum.
Konuyu tekrar başa alayım. Hep sağ iktidarlarla yönetilen Türkiye, 90’ların sonuna doğru Amerika’nın büyük Ortadoğu projesinin gerçekleşmesi için vazgeçilmez ülkelerden biri haline geldi. Türkiye Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetle, demokrasisi, laikliği, yaşam biçimi, eğitim ve kültürüyle bütün İslam ülkeleri arasında bir numara. Türkiye aslında tüm islam ülkeleri için de bir model ülke. Ancak sorun şu ki, diğer İslam ülkeleri Türkiye’yi Müslüman saymıyor, laik Türkiye’nin dini ihmal ettiğine inanıyor.
Siz ülke yönetimini istediğiniz kadar sağ görüşe teslim edin, bütün politikalarınız sağ ve muhafazakâr olsun, ne bileyim ülkenin her tarafı camilerle dolu olsun, yine İslam ülkeleri ikna olmuyor.
Hani Demirel’i, Özal’ı dini siyasete alet etmekle suçladık yıllarca, ama bu İslam ülkeleri için yeterli bir referans değil.
O halde Türkiye’nin başına diğer İslam ülkelerinin de kabul edeceği, Müslüman kimliği her şeyin önünde olan birinin geçmesi gerekiyordu. İşte Tayyip Erdoğan bu projenin ürünüdür. Tesadüfen seçim kazanmamış, tesadüfen başbakan olmamıştır.
Erdoğan Erbakan’ın geleneğinden gelen bir siyasetçi. Elbette dini siyasete alet etmiştir ama, bunu özümsemiştir de. Diğer sağ liderler gibi laikliği kendisi için de kalkan gibi görmeyen, tam tersine laikliği tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan bir siyasi anlayışın ürünüdür.
Sorun şu ki, doğal olarak laiklikle ve Cumhuriyet ilkeleriyle kavgalı olan dinci kesimler, diğer sağ kesimlere göre biraz daha geri planda kalmışlardı. Aslında bu onların itilip kakılmalarından değil, dini hassasiyetlere uyalım derken eğitimi, gelişmeyi ihmal etmelerinden kaynaklanmıştı. Kimse onlara "sen aramıza giremezsin” dememişti, onlar araya girmeye çekinmişler korkmuşlardı.
Böyle olunca da Erdoğan türü İslamcı siyasetin unsurları genellikle az eğitimli, kültürden uzak, sanat edebiyattan pek anlamayan ve bunun doğal sonucu olarak da maddi açıdan geri kalmıştı.
Evet iktidara bu yapı taşınmalıydı ama, bunun altının da doldurulması gerekiyordu. Erdoğan ve ekibinin böyle bir gücü yok.
İşte cemaatin devreye girmesi buradadır. İktidar Erdoğan ve ekibinin eline teslim edilirken bunun altının doldurulması, bilgi birikimi, yetenek takviyeleri cemaate kaldı.
Yaklaşık 40 yıllık süreçte, devlet içinde çok ciddi kadrolaşan, önce eğitim yatırımları ile başlayan sonra finans, medya ve üretim sektörlerinde gelişen ve hatırı sayılır bir sermaye birikimine ulaşan cemaat AKP iktidarın altyapısını, lojistik desteğini sağlayan bir unsur haline geldi.
Zamanında askeri darbelerde canı yanan, o tarihlerde demokrasi savaşı veren, ama sonra büyük hayal kırıklıklarına uğrayan eski Marksist, komünist çevreler de "bu kez demokrasi umudu doğdu” zannıyla, AKP iktidarına cemaat üzerinden destek verince AKP’nin iktidarda kalma altyapısı da tamamlanmış oldu.
İktidarın 8 yılı bu lojistik destekle sorunsuz yürüdü. Cemaat ve sözde aydınların el altı çabalarıyla ve elbette uluslar arası destekle iktidarın önündeki tüm engeller birer birer ortadan kaldırıldı. Türkiye’nin aydınları, entelektüelleri, sendikacıları tabii bunların muhalif olanları vahşi soruşturmalar altında ezildi, çoğu hapse atıldı, ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Sağ iktidarların bekçisi orduya artık gerek kalmadığı, ama günün birinde resmi sağ ideolojiyi tekrar kurmaya kalkabileceği endişesiyle ordu iyice yıpratıldı zayıflatıldı ve denetim altına alındı.
Bu süreçte, kuruş aşamasında bilgisiz, kültürsüz, eğitimsiz olduğu gerekçesiyle yetişmiş elemanlardan oluşan cemaatin payandasına muhtaç olan iktidar, giderek kendi adamlarını yetiştirdi devlet, ekonomi, medya, sosyal yaşam içindeki gücünü artırdı. İktidar kendi zenginlerini oluştururken, devletin yapısını tümüyle değiştirecek, laikliği ve devrimleri nihayet tamamen kaldıracak kudrete de erişti.
Bir anlamda artık payandalara ihtiyacının kalmadığını düşünmeye başladı. Ancak aynı süreçte cemaat de iktidarın gücünden yararlandı, daha da palazlandı ve sonuçta birbirine destek olarak ülke yönetimini ele geçiren bir siyasi akım kendi içinde çıkar çatışmasının içine düştü.
Bu çok doğaldır sevgili izleyiciler. AKP’nin serpilip büyümesi de bir tür devrimdir ve her devrim kendi çocuklarını da yemek gibi kaçınılmaz bir sonla baş etmek zorundadır.
Bugünkü manzara şudur; artık kendini bulmuş alt yapısını kurmuş bir AKP ile AKP’nin bu hale gelmesindeki en büyük pay sahibi cemaat devleti asıl kimin yöneteceği konusunda çelişkiyi düşmüştür.
Bu çelişki bundan iki yıl önce ortaya çıktı aslında. Özellikle Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile orduyu yerle bir eden, böylelikle Erdoğan’ın önünde engin bir alan açan cemaat iktidar içinde daha fazla pay almak istediğini koydu ortaya. Erdoğan iktidarı ise, daha önce büyük bir heyecan ve saygıyla sarıldığı cemaatin "çok ileri gitmeye başladığı” düşüncesine kapıldı. Böyle olunca da Erdoğan cemaatin taleplerine artı eskisi gibi sıcak bakmamaya, hatta elinden geldiği kadar geri çevirdiği gibi cemaatin devlet içindeki yapılanmasına da çomak sokmaya başladı. Kamuoyunun pek bilmediği geniş atama kararnameleri uygulamaya kondu, cemaatin özellikle polis ve yargı içindeki örgütlenmesini bozmaya yönelik girişimlere başlandı.
İşte cemaati kızdıran harekete geçiren budur.
Kamuoyu bu kavgayla ilk kez 7 şubat 2012 tarihinde tanıştı. O sabah Türkiye bomba gibi bir haberle sarsıldı. KCK operasyonunu sürdüren savcılar MİT müsteşarını "şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağırdılar.
Başbakan o sırada bir bağırsak ameliyatı geçirmişti ve evinde istirahat ediyordu. İlk başta bunun ne anlama geldiği pek anlaşılamadı. Ama kısa sürede gerçek ortaya çıktı. Savcılar MİT müsteşarını tutuklamaya kararlıydı.
Erdoğan bunun bir karşı cemaat operasyonu olduğuna inanarak hasta yatağından görülmedik bir hızla operasyon başlattı. Önce MİT müsteşarına ifade vermeye gitmemesi bunun da ötesinde tamamen ortadan kaybolması talimatı verdi. İkinci talimat ise AKP Grup Başkanvekillerine verildi. Hemen bir kanun teklifi hazırlandı. Buna göre MİT müsteşarının ifadesinin alınması için Başbakan’ın onayı alınacaktı. Aslına bakarsanız sevgili izleyiciler, MİT müsteşarı için dava açmak Başbakan’ın iznine bağlıydı zaten. Yani yasa böyle yazıyordu ve yenisine gerek yoktu.
Ancaaaak, işte burası önemli, savcılar MİT Müsteşarını müsteşarlık dönemi nedeniyle değil, ondan önce Başbakanlık’ta çalışırken PKK terör örgütü liderleriyle yaptığı görüşme nedeniyle sorgulamak istiyordu. Elbette savcılar da biliyorlar MİT müsteşarının ifadesini alamayacaklarını, ama konu müsteşarlıktan önceye aitse, ifade alınabiliyor.
AKP’nin jet hızıyla meclisten geçirdi. Yasa "MİT müsteşarı hakkında yargılama istemi Başbakan’ın iznine bağlıdır” diye tanıtıldı ama, aslında mevcut yasaya tek cümle eklenmişti. O da şuydu; "Başbakan’ın özel temsilcileri hakkında dava açmak da Başbakan’ın iznine tabidir.” Çünkü MİT müsteşarı anılan tarihte PKK ile görüşürken bunu Başbakan’ın özel temsilcisi sıfatıyla yapmıştı.
Şimdi geliyorum işin püf noktasına. Başbakana verilen istihbarata göre, MİT müsteşarı geçmiş bir olay nedeniyle ifadesine başvurulmak üzere savcılığa çağrılacak, ancak bu sırada MİT müsteşarı olduğu sırada işlediği ileri sürülen bir suç da kendisine sorulacak ve sonunda da emrivaki yapılarak tutuklanacak.
Bu MİT müsteşarını değil aslında Başbakan’ı tutuklamak demektir. Erdoğan bunu gördü ve hemen önlem aldı. O meşhur "Paralel devlet kurmaya kalkıyorlar” sözünü hatırlayın. Kimdi o paralel devlet kurmak isteyen ve iktidara ortak olmak isteyenler”
Sonuçta Erdoğan o hızlı operasyonuyla müsteşarını daha doğrusu kendisini büyük bir badireden kurtardı. Şimdi bazı Erdoğan yandaşları bu olayı hatırlatarak "başbakan hasta yatağında yatarken siz bu kazığı atmaya çalışıyordunuz” diyerek cemaati küçük düşürmeye çalışıyor.
Evet sevgili izleyiciler, cemaat AKP kavgasının temeli budur. 7 şubat 2013 tarihinden itibaren Erdoğan kararını verdi ve cemaati devlet içinden tamamen tasfiye edecek yöntemlerin bulunmasını istedi. Geçen süre içinde başta MİT müsteşarını yargılamaya kalkan savcılar olmak üzere cemaate yakın olarak bilinen, tanınan hakim ve savcılar arasında büyük atamalar yapıldı. Etkili yerlerdeki cemaatçi hakim ve savcıların çoğu dağıtıldı. Ardından poliste operasyon yapıldı. Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını tezgâhlayan, kotaran cemaate yakın oldukları bilinen polislerin çoğunun yeri değiştirildi.
Elbette bu süreçte cemaat de boş durmadı. Cemaatin yanında durarak AKP iktidarının başarısı için kendilerini siper eden liberal maskeli faşist topluluğu geri çekti, onlar üzerinden muhalefet başlattı. AKP iktidarı bunları da kesip biçmeye başladı.
Bu sessiz ve derinden giden kavga AKP’nin son dershaneler atağı ile açık biçimde kamuoyunun önüne çıktı. Şimdi iki kesim de dershaneler üzerinden ama giderek başka konulara kayan, seviyeyi düşen ağır bir kavganın içindeler.
Açıkçası ben buna maskeler düştü diye bakıyorum "Biz etle tırnakız, aynı kıbleye alnımızı koyuyoruz, aman iktidar elimizden gitmesin” falan gibi sözde itidalli çıkışların arık hiçbir faydası yoktur. Ok yaydan çıkmıştır. Bu kez kavga çıkar birliğini zedelememek için hasır altı edilemeyecek kadar büyümüştür.
Tabii bunda dış güçlerin, dünya egemenlerinin de etkisini görmezden gelemeyiz başta Amerika olmak üzere global dünyanın aktörleri, bir proje olarak öne sürdükleri "Daha fazla İslamlaşmış Türkiye” düşüncesinin aslında doğru olmadığını gördüler artık. Bakın Mısır bunun en tipik örneğidir.
Türkiye’de uzun yıllara dayanan operasyon Mısır’da el çabukluğu ile yapıldı ve Mısır’ın Erdoğan’ı olarak anabileceğimiz Mürsi iktidara getirildi. Ancak Mürsi demokrasi diyerek aslında Mısır’ı tam bir şeriat devleti haline getirmeye çalıştı. Çok acele etti. Orası Mısır olduğu için bir askeri darbe ile işi hallettiler. Ama şunu da gördüler ki, şeriatı demokrasi diye yutturmaya çalışmanın faturası hem kendilerine hem de umut bağladıkları bu ülkelere ağır biçimde çıkacak. Mısır’da darbe ile halledilen konu Türkiye’de ise demokratik yollarla, belki biraz çirkinleşse de sonuçta demokratik yollardan halledilecek.
İşte bana göre AKP cemaat kavgasının özeti budur.
Diyeceksiniz ki "Peki Fethullah Gülen anlatıyordun, onun pozisyonu nedir, bütün bunları o mu planlıyor.”
Hayır öyle değil. Bakın cemaatin attığı her adım Fethullah Gülen tarafından planlanmıyor. Bana göre Gülen bir semboldür. Halkın bazı konuları anlaması zordur. Çetrefilli politikalar uygulanırken bunu sizin de oy tabanınız olan, eğitim ve kültür düzeyi düşük kitlelere anlatmak kolay olmaz. O zaman herkesin inanacağı saygı duyacağı bir sembol bulursunuz. Bütün iş bu sembolün üzerinden yürütülür. O sembol bir siyasetçi olmaz, olamaz. Hani geçen gün dedim ya, cemaatin oy gücü aslında sanıldığı gibi yüksek değil, yani cemaat istediği partiyi iktidara getirir istediğini indirir bu güçte değil. Sayısal gücü çok fazla değil. Ama etki gücü var. Fethullah Gülen gibi bir sembol özellikle inançlı kesimlerde büyük saygı görüyor, parti kursa belki çok oy alamaz, buna karşın iktidara yönelik söyleyeceği sözler, eleştiriler çok karşılık bulur.
Bilmem bu konuda ufkunuzu biraz açabildim, farklı bir açıdan bakmanıza ışık tutacak şeyler söyleyebildim mi?
Sevgi izleyiciler, bazen böyle bir konuya bir girersiniz, tamamlamak zor olur. Çünkü bu tür konular yoruma ve özellikle spekülasyona çok açıktır bu nedenle ister istemez biraz ayrıntıya girmek zorunda hissedersiniz kendinizi. Bu da böyle oldu. Oysa dün sizlere adaylığım ile ilgili bilgiler vereceğimi, bu adaylığa nasıl karar verdiğimi, kime güvendiğimi, AKP’den bile nasıl oy alabileceğime inandığımı anlatacaktım.
Artık buna zaman kalmadı galiba. Saate bir bakayım. Zamanım gelmiş de geçiyor bile. Ama yarın söz, anlatacağım. Cumartesi günü saat 14.00’de Beşiktaş İskele Meydanı, Barbaros Hayrettin Paşa Anıtı’nın önünde olacağım biliyorsunuz. "Oyunu bozmak için temiz bir eli tut” sloganı ile CHP’den aday adayı olduğumu bir basın bildirisiyle tekrar açıklayacağım. Bu kez yanımda temiz, dürüst, namuslu, ilkeli, vicdanlı, adaletli siyasetçi isteyen sizlerin de olmasını diliyorum. Cumartesi günü Beşiktaş’a, saat 14.00’de İskele meydanına gelin, hep birlikte partilere seslenelim.
Bugünlük bu kadar. Az sonra Ümit Zileli Ana Haber’le karşınızda olacak. Yarın aynı saatte buluşmak üzere iyi akşamlar dilerim. Haaa unutmadan bu programın tekrarı her gece 12’yi çeyrek geçe. Kaçıranlara haber verin lütfen.