Ankara, ASCMER, 09.03.2012
Bu çalışma ile; İran’a yönelik bir askeri operasyonun konuşulduğu mevcut konjonktürde, Asya’daki güncel gelişmelere bu bağlamda anlam yüklemesi yapılmıştır. Acaba, Asya’daki güncel gelişmeler, İran’a yönelik muhtemel bir askeri operasyona işaret ediyor mu, etmiyor mu? Hangi gelişmeler, buna işaret ediyor, hangi gelişmeler etmiyor?
II. İran’ın, petrol ve doğal gaz zengini bir ülke olmasına rağmen, enerji (barışçıl) amaçlı nükleer bir programa sahip olması ve bu programda ısrar etmesi, uluslararası toplum tarafından şüphe ile karşılanmış; asıl amacın, "yasa dışı” nükleer silah edinme olduğu kabul edilmiştir. 1979 yılındaki İslam Devriminden bu yana, hem kendisini İslam Dünyasının hamisi olarak gördüğü, hem de rejimini ihraç etme çabası içinde olduğu için, nükleer silahlara sahip olmasının, her iki çabasında da İran’a ciddi şekilde avantaj sağlayacağı şüphesizdir. İran’da, Cumhurbaşkanı Ahmedi Necat ile "Rehberlik” makamının başında bulunan dini lider Ayetullah Ali Hamaney arasında son dönemde baş gösteren anlaşmazlık ve rekabet; belirtilenler bağlamında, İran’ın nükleer silah edinmede son yaklaştığının ve bunun Ayetullah Ali Hamaney’in önderlik ettiği, Ahmedi Necat’a göre daha muhafazakar olan kesim üzerinde ciddi bir heyecana yol açtığının birer işareti olarak görülebilir. Başka bir ifade ile, nükleer silah programında sona gelinmesinin, "1979 ruhuna geri dönüş” olarak ifade edilebilecek yeni bir siyasal dalgalanmaya yol açtığı ve bu siyasal dalgalanmanın geçtiğimiz haftalarda yapılan seçimin soncunda ifadesini bulduğu ifade edilebilir. İran’da, "1979 ruhuna”, yeniden ve bu kez nükleer silaha sahip olmaktan ileri gelen daha büyük bir heyecan ile sarılan bir siyasal kadro öne çıkmıştır. Bu değişimin, önümüzdeki dönemde, İran’ın, hem iç politikasında, hem de dış politikasında kendisini belirgin olarak göstereceği değerlendirilmektedir.
Bu değerlendirme, hiç şüphesiz, Şii nüfusun bulunduğu diğer ülkeler ile, İran’a müzahir bir rejime ve/veya siyasal aktörlere sahip ülkeler için de anlamlı olacağı kabul edilecektir. Keza, "proxy savaş” olgusu ile, bu tür savaşlarda İran’ı çağrıştıran ve/veya İran ile bağlantılı olduğu ileri sürülen küçük terör gruplarının ya da isyancı grupların varlığı dikkate alındığında, yukarıdaki değerlendirme, bunlar bağlamında da görülecektir.
Güncel İran’a bakıldığında görülen, başka hususlar da vardır. Artan petrol fiyatları, ABD ve AB tarafından uygulanan ambargoya/yaptırıma rağmen, İran’ın gelirini artıracaktır. İran’ın gelirinin artması, 1979 ruhuna yeniden ve daha büyük bir heyecan ile sarılan, "ipleri elinde tutan” siyasal kadroya, hem güç verecek, hem de bu kadroyu rejimini ihraç etmede daha çok isteklendirecektir. Tabiatıyla, artan petrol geliri, diğer ülkelerdeki İran’a müzahir unsurların harekete geçirilmesinde de işe yarayacaktır. Bu noktada, İran’a bakıldığında göze çarpan çarpıcı ekonomik sorunların etkisinde; artan petrol gelirinin, içeride, İran halkının ekonomik sorunlarının çözümü için kullanılabileceği ve bu konuda halktan yönetime baskı gelebileceği düşünülebilir. Ancak İran’ın nükleer silahlara sahip olmasının İran halkının gururunu okşamasının ve doğurduğu çok yönlü beklentinin yanında, ne yüksek enflasyonun, ne de bankacılık skandalının belirgin bir etkisi olacaktır. Bu noktada, İran kamuoyunun, Batının demokratik siyasal kültüründen uzak olduğunun hatırlanması da gerekir. İran’da, kamuoyunun siyasal baskı aracı işlevi zayıftır. "Ilımlı” muhafazakar Ahmedi Necat’ın, daha yeni yapılan seçimde elde ettiği başarısız sonuç, İran kamuoyunun içinde bulunduğu durumun somut bir göstergesi niteliğindedir. Rusya’da, önce Duma seçimi, sonra Devlet Başkanı seçimi öncesinde ve sonrasında yaşanan Putin karşıtı gösteriler ile karşılaştırıldığında, İran kamuoyunun, çok daha gerilerde olduğunu söylemek mümkündür.
Rehberlik Makamının başında bulunan dini lider Ayetullah Ali Hamaney’e yakın ve 1979 ruhunu yeniden yakalamış siyasal kadroların öne çıkmış olmasının ve artan petrol fiyatlarının; nükleer programında sona çok yaklaştığının kabul edilmesinin de etkisinde, İran’ın dış politikasında yeni açılımlara gitmesini ve muhtemel askeri operasyonları (saldırı ve/veya savunma pozisyonunda) göze almasını kolaylaştıracağı düşünülmektedir.
III. Asya’da; İran ile yakın ilişkiler içinde olması nedeniyle, Çin ile ilgili gelişmelerin ayrı bir öneme sahip olduğu düşünülmektedir.
Çin, aynı zamanda, silah üreticisi ve satıcısı olan bir ülkedir. Bunun içindir ki, İran konusundaki gerginlik ve artan petrol fiyatları, Çin’in savunma pazarında satıcı rolü ile iş yapmasına ve bir anlamda da Çin’in enerjiye ödediği parayı silah satarak geri almasına hizmet eden bir durumdur. Bu bağlamda, üzerinde durulması gereken husus, İran ile ilgili mevcut ve devam edecek bir gerginliğin mi, yoksa bu gerginliğin sıcak bir çatışmaya dönüşmesinin mi Çin’in işine geleceğidir.
Suudi Arabistan’ın Asya’ya yönelmesi ve bu bağlamda Çin ile, -ABD’nin de katıldığı- Kızıldeniz kıyısında bir ortak bir rafineri kurma işini girişmiş olması ve Güneydoğu Asya ülkelerinde yeni rafineriler kurmasının söz konusu olması, İran açısından son derece anlamlı gelişmelerdir. Bugüne kadar "Şii” İran ile yakın olduğu kabul edilen Çin, şimdi "Sünni” Suudi Arabistan ile yakınlaşmaya yönelmiştir. Bu birkaç noktadan bakılması gereken bir durumdur. Birincisi, ABD ile Suudi Arabistan arasında yaklaşık 60 yıldır mevcut olan politik, ekonomik ve güvenlik ilişkileri ve ABD’nin Asya’daki artan varlığı dikkate alındığında; Suudi Arabistan’ın Asya’ya yönelmesinin ve Çin ile yakınlaşmasının, ABD-Çin yakınlaşmasına işaret ettiğidir. Çin’in Suudi Arabistan ile yakınlaşması ve bunun Çin-ABD yakınlaşmasının bir işareti olarak görülmesi, kaçınılmaz olarak, Çin-İran ilişkilerine de yansıyacaktır. Her şeyden önce, Suudi Arabistan’ın Güneydoğu Asya ülkelerinde rafineri kurması ve ABD ile yakınlaşması; Çin için, enerjide, hem taşıma masrafını, hem de taşıma güvenliği riskini aşağıya çekecektir ki, bu da Çin’in İran petrolüne olan bağımlılığında gerileme olacağı anlamına gelecektir. Sonra, Çin’in 1.4 milyar nüfusu ve Asya’nın 4.5 milyar civarındaki nüfusu ile Suudi Arabistan’ın Sünni İslam Dünyasının lideri/hamisi rolü ile Sünni İslam’ın önünü açmaya çalıştığı ve bu konuda Şii İran ile rekabet içinde olduğu dikkate alındığında; ABD destekli Suudi Arabistan’ın Asya yönlemesi ve Çin ile yakınlaşma içine girmesi, İran’ı hem rahatsız, hem de "tahrik” edecektir. Bunun da yine Çin-İran ilişkilerini olumsuz yönde etkilemesi beklenmelidir. İkincisi, ABD destekli Suudi Arabistan’ın Asya’ya yönelmesi ve bu yönelişin Çin’in enerji ihtiyacını karşılamasını kolaylaştırıcı bir mahiyet arz etmesi; İran ile ilgili gerginliğin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi durumunda, Basra Körfezi’nden petrol çıkışının sekteye uğraması ile ortaya çıkacak boşluğu dolduracak ve dolayısıyla enerji yönünden Basra Körfezine bağımlı olan ülkeleri rahatlatacaktır. Bu açıdan bakılınca da, hem İran konusunda genel bir mutabakattan, hem de İran’dan duyulan genel rahatsızlıktan söz etmek ve bunu da, İran mevcut ve muhtemel imkan ve yeteneklerine ve hedeflerine bağlamak mümkündür. Üçüncüsü, eğer ABD destekli Suudi Arabistan’ın Asya’ya yönelmesi ve Çin ile yakınlaşması, aynı zamanda muhtemel bir Çin-ABD yakınlaşmasına işaret ediyorsa; bu takdirde bunun, Çin üzerinden Kuzey Kore-İran ilişkilerine yansıması ve Kuzey Kore-İran ilişkilerinin gerilemesi de söz konusu olacaktır. Kuzey Kore ile ABD’nin, gıda ve ekonomik yardım karşılığında nükleer ve füze programından vazgeçilmesini Pekin’de konuşmaya başlaması ile ABD’nin Tayvan ile olan savunma ilişkilerinin gerileme sinyali vermesi birlikte dikkate alındığında; ABD ile Çin arasında, karşılıklı olarak, ABD’nin Tayvan’a yönelik politikasını Çin’i dikkate alarak, Çin’in de Kuzey Kore’ye yönelik politikasını ABD’yi dikkate alarak gözden geçirdiği gibi bir sonuca ulaşmak mümkündür. Bunların pratiğe yansıyan anlamları; Tayvan’ın, bağımsızlık peşinde koşmaması ve Çin ile karşılıklı ve doğrudan yakınlaşmaya yönelmesi; Kuzey Kore’nin de dış dünyaya açılması olmaktadır. Bu durumda; dışa açılmış olacağı, kendisini yalnız hissetmeyeceği ve gıda/ekonomik yardım alacağı için, Kuzey Kore’nin İran’a olan ihtiyacı gerileyecek, belki de kalmayacaktır.
IV. Asya’da enerji yönünden Basra Körfezi’ne bağımlı olması ile dikkati çeken Japonya’nın içinde bulunduğu durum, İran bağlamında son derece önemlidir.
Geçtiğimiz yıl (2011) içinde, iç içe geçmiş olarak gelen doğal felaketler ile bunların neden olduğu maddi ve manevi yıkıntı ortamında ve bu ortamın etkisinde, Japonya’da Başbakanlık koltuğuna oturan Yashihiko Noda’nın, hem sahip olduğu siyasal destek zayıflamakta, hem de önünde fazla siyasal seçenekler bulunmamaktadır. Göreve geldiği ortamın ürünü sayılabilecek, bir tür teknokrat hükümet kuran Başbakan Yashihiko Noda; kısa sürede yıpranmıştır. Ülkede bir erken genel seçim ihtimali belirmiş; ancak muhalefet partileri içindeki bölünme nedeniyle, erken bir genel seçimin de bir çözüm olmayacağı ve ülkenin siyasal istikrarı yakalayamayacağı endişesi belirmiştir. Japonya için, bugün itibarıyla görünen, siyasal istikrarsızlığın devam edebileceğidir. Siyasal sürece ilişkin bu tablonun içerdiği siyasal belirsizlik ve buna dayalı güvensizlik, ülke ekonomisini de olumsuz etkilemeye başlamış; üretim maliyetinin arttığı ve karamsar algılamanın güçlendiği bir ekonomik tablo ortaya çıkmaya başlamıştır. İçerdeki bu siyasal ve ekonomik tablonun, artarak devam edebileceği düşünülmektedir.
Japonya ile ilgili olumsuzluğun ve karamsarlığın bir diğer yüzünde de, bir kısmına bir önceki maddede değinilen küresel ve bölgesel konjonktür yer alır. Suudi Arabistan’ın Güneydoğu Asya’da rafineri kurması Japonya’nın da işine gelecek bir durum olmasına rağmen; Suudi Arabistan’ın Asya yönelişinin, Çin-Suudi Arabistan yakınlaşması şeklinde olması ve bu yakınlaşmanın Çin-ABD yakınlaşmasına işaret etmesi, Japonya için rahatsız edici bir durumdur. Çünkü savunma harcamaları ve civar denizlerdeki askeri varlığı sürekli artan Çin, Japonya tarafından tehdit olarak kabul edilmektedir. Japonya tarafından yayınlanan son "Beyaz Kitap”ta, bu, açıkça ifade edilmiştir. Son dönemde, Güney Kore’de cereyan eden bazı gelişmeler; Kuzey Kore’den algılanan tehdidin yanısıra, Japonya’nın Güney Kore ile ilgili olarak da soru işretlerine sahip olmasına yol açmıştır. Bu gelişmeler karşısında, Kore Yarımadasının, bir bütün olarak, Japonya için bir risk ve tehdit olarak algılanması ihtimali belirmiştir. Bugüne kadar Çin’den ve Kore Yarımadasından gelen tehdidi ABD ile kurduğu yakın ilişki üzerinden karşılamış ve dengelemiş olan Japonya’nın; Çin’den ve Kore Yarımadasından algılanan tehdidin arttığı bir ortamda, ABD’nin Çin ile yakınlaşmasından ve Kuzey Kore’yi dışa açarak iki Kore’yi biri birine yaklaştırmasından ciddi şekilde rahatsız olduğundan şüphe duyulmamaktadır.
İç ve dış politikadaki söz konusu karamsar tablonun, esasen son dönemde iç politikada öne çıkmış olan Japon Milliyetçiliğini teşvik ve tahrik etmesi beklenmektedir.
Daha önce gündeme gelen Suudi Arabistan’ın ülkesinde bir rafineri kurması konusunun bu aşamada yeniden gündeme taşınarak gerçekleştirilmesi ve/veya Asya-Pasifik bölgesindeki ekonomilerin serbestleştirilmesini ve Dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesinin oluşturulmasını öngören "Trans-Pasifik Ortaklığı”na (Trans-Pasifik Stratejik Ekonomik Ortaklık Anlaşması’na) taraf olması, Japonya’nın kendi ülkesi ile ilgili söz konusu karamsar tabloyu kısa sürede tersine çevirmesine yetmeyecektir. İçeride yükselen Japon Milliyetçiliğinin, dışarıda ise Çin-ABD yakınlaşmasından rahatsızlık duyan aktörlerin, bu imkanın ve fırsatın ele geçirilmesini zorlaştıracağı düşünülmektedir.
Bütün bu belirtilenlerin, Tokyo’nun ve Tahran’ın bir yakınlaşma içine girmesini, dışlanabilecek olmaktan uzak bir şekilde, öne çıkardığı değerlendirilmektedir.
Japonya’nın Çin’den algıladığı tehdidin ve riskin, kısa ve orta vadede, ortadan kalkması güç gözükmektedir. Kore Yarımadasından algıladığı tehdidin de, giderek artması beklenmekte ve iki Kore’nin birleşme ihtimalinin artmasının, aynı oranda, söz konusu tehdidi besleyeceği değerlendirilmektedir. Bu durumun, Japonya’yı, yeni müttefikler ve ittifak arayışına itmesi kaçınılmazdır.
İşte bu noktada, İran’ın yansıra, Rusya’nın da kendisini göstereceği düşünülmektedir. Çin-ABD yakınlaşması yaşanırken, hala bir Rusya-Çin yakınlaşmasından söz edilmesinden çok, Rusya’nın Çin karşısında kendisine yeni "stratejik ortaklar” aramasından söz etmek daha kabul edilebilir görülmektedir. Bu noktada, enerji üreticisi ve satıcısı Rusya’nın Uzakdoğu toprakları üzerinden Japonya’nın enerji ihtiyacını karşılaması ve bu bağlamda, Japon Denizi kıyısındaki Nahodka’da denize ulaşan petrol boru hattı inşaatını hızlandırması ve yeni petrol boru hatlarının gündeme gelmesi beklenebilecektir. Ayrıca, Kuril Adaları konusunda taraflar arasında mevcut olan anlaşmazlığın bir anlaşma ile sonuçlanması ve tarafların bölgede müşterek savunma yapılanmasına gitmesi akla gelmektedir.
İran ile Rusya arasında mevcut olan ve Moskova’nın Suriye’ye yönelik güncel politikasında ifadesini bulan yakınlık dikkate alındığında; Rusya’nın, İran-Japonya yakınlaşması üzerinde kolaylaştırıcı bir etkisi olabilecektir. Bir dönem adı Orta Doğu’da sıkça duyulan Japon Kızıl Tugaylarının varlığı ve işlevi hatırlanacak olursa; Moskova’nın ve Tahran’ın başlatabileceği proxy savaş konusunda, Tokyo’nun bu ikiliden geri kalmayabileceği de akla gelmektedir.
V. a. Gerek önümüzdeki Kasım (2011) ayında ABD’de yapılacak Başkanlık seçimi, gerekse bu tarihten kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan Çin Devlet Başkanlığı değişimi dikkate alındığında; hem Washington’un, hem de Pekin’in, İran ile sıcak bir çatışmanın önünü açarak, risk almaları beklenmemektedir.
Başkan Obama açısından, Kasım (2011) ayındaki seçim için, Amerikan savunma sanayi çevreleri önemlidir. Ancak bir taraftan petrol fiyatlarındaki artış, diğer taraftan da İran gerginliği, Suudi Arabistan’ın Asya’ya yönelmesi ve Çin’in askeri gücünü beslemesi, savunma harcamalarını yeteri kadar teşvik ve tahrik ettiği için; İran ile ilgili gerginliğin sıcak bir çatışmaya dönüşmemesi, bu kesimi, ürünlerini satamama ve dolayısıyla gelirden mahrum kalma gibi duruma düşürmeyecektir. Bunun, Başkan Obama’nın İran konusunda İsrail’den gelen baskıya direnmesinde de etkili olduğu ileri sürülebilir.
Hiç şüphesiz, İran’a yönelik bir askeri operasyon, Basra Körfezi’nden enerji sevkiyatını sekteye uğratacak ve/veya durduracaktır. Bu, enerji yönünden Basra Körfezi’ne bağımlı olan ülkeleri zora sokacağından, bu ülkelerin; İran’a yönelik askeri operasyona zarar vermesi ve/veya etkisini azaltması veyahut İran karşısında zafiyete yol açacak başka sorunlara neden olması mümkündür. Kızıl Deniz kıyısında Suudi-Çin-ABD ortaklığı ile inşa edilen rafineri, bu durumdaki ülkeleri, Basra Körfezi’ne bağımlı olmaktan çıkaracaktır, ancak henüz tamamlanmamıştır, inşası devam etmektedir. Ayrıca Asya’ya yöneldiği kabul edilen Suudi Arabistan’ın Güneydoğu Asya ülkelerinde kurması söz konusu olan rafineriler ile ilgili olarak kamuoyuna intikal etmiş, henüz somut bir gelişme de bulunmamaktadır.
Bunlar, İran’ı hedef alacak bir askeri operasyonun, şimdilik kaydıyla, zayıf olduğuna işaret eden hususlar olarak görülmektedir.
b. Ancak zaman, İsrail’in aleyhine işlemektedir. İran’ın yer altındaki nükleer tesislerini imha etme kabiliyetine sahip, zırh ve kalın beton delme özelliği yüksek Amerikan füzelerini İsrail’e verilecek olması, İsrail’in İran ile ilgili endişelerini hafifletmemektedir. Washington, bölgedeki muharip unsurlarını daha doğuya -Asya’ya- doğru kaymaktadır. Bu, psikolojik bile olsa, İsrail tarafında güvensizlik endişesini beslemekte; üstelik düşmanlarını cesaretlendirmektedir. Arap Baharının, bölgede İslami hareketleri her gün biraz daha öne çıkarması, İsrail’in bölgeden algıladığı tehdidin ağırlığını, aynı oranda giderek artırmaktadır. 1979 ruhuna sıkı sıkıya bağlı ve nükleer silah üretmenin verdiği coşkuya sahip, İsrail’i "küçük şeytan” olarak niteleyen bir siyasal kadronun, İran’da yönetimi ele geçirmiş olması, keza İsrail açısından risk ve tehdit algılamasını ve bunlara bağlı endişeyi besleyen bir diğer etkendir. Bu tür etkenlerden bir başkası da, seçim sürecini geride bırakan ve Çin-ABD yakınlaşmasını gören Putin’in, Suriye yaklaşımına ilave olarak, İran ile daha belirgin bir yaklaşım içine girme ihtimalinin yüksek gözükmesidir.
Küresel ve bölgesel koşullar, İsrail’in aleyhine ve İsrail’in aleyhine olduğu kadar olmasa bile, İran’ın lehine işlemektedir. Özellikle, Arap Baharının, içeride İsrail kamuoyu üzerinden ve dışarıda güçlenen ve öne çıkan İslami hareketler üzerinden, İsrail üzerinde ciddi bir baskıya dönüşme ihtimali oldukça yüksek gözükmektedir.
Bu belirtilenler, İsrail’in beklemeye tahammülünün olmadığı ve tek başına İran’a karşı bir askeri harekata girişebileceği işaret ediyor olabilir. Ancak bunun hukuksal açıdan, İran’ı İsrail karşısında haklı ve kendisini savunan pozisyonuna itecek olması nedeniyle, İsrail’in buna girişmeyeceği düşünülmektedir. ABD ve AB tarafından İran’a ambargo/yaptırım uygulanırken ve bunun netice vermesi için zaman ihtiyaç duyuluyorken, İsrail’in tek başına İran’a yönelik bir askeri harekata girişmesi, İsrail’i uluslararası hukuk ve uluslararası kamuoyu açısından destekten yoksun bırakacak; böyle bir saldırı karşısında İran’ın doğrudan ve/veya proxy savaş üzerinden üçüncü ülkeleri hedef alması, İsrail’i ayrıca sıkıntıya sokabilecektir.
c. İran ile ilgili gerginlik her ne kadar İsrail ile bağlantılı gözükse de, İsrail’in tek başına İran’ı hedef alması kadar, İran’ın bir bahane ile Suudi Arabistan’ı hedef alma ihtimalinin de mevcut olduğu değerlendirilmektedir.
Şimdilik Asya’ya yöneldiği konuşulan ama, ileride somut eyleme döküldüğünde, bu yönelişi İran karşısında Suudi Arabistan’a büyük avantaj sağlayacaktır. Sağlayacağı avantajın büyüklüğü nedeniyle; gerçekçi ve rasyonel bir bakış açısıyla, İran’ın bu gelişmeyi daha eyleme geçmeden engellemeyi düşünebileceği akla gelmektedir. Nasıl, İran karşısında zaman İsrail’in aleyhine işliyorsa; Suudi Arabistan karşısında da zamanın İran’ın aleyhine işlediği kabul edilmek durumundadır. Eğer Kızıl Deniz kıyısındaki rafineri inşası tamamlanır ve Suudi Arabistan Güneydoğu Asya ülkelerinde rafineriler inşa ederse, Basra Körfezi’nin enerji trafiğine kapanması, münhasıran İran’a zarar verecektir ve bu zarar çok büyük olacaktır. Çünkü İran’ın enerji kaynakları üzerinden elde ettiği gelir, onun ekonomik, politik ve güvenlik yapılanmasının ve ulusal gücünün en önemli dayanağını teşkil etmektedir. Enerji kaynaklarını pazarlayamaması, değil rejimini ihraç politikasını, 1979 ruhunu korumasını bile zorlaştıracaktır. Suudi Arabistan’ın Asya’ya açılım konusunda alacağı her mesafe, aynı oranda Tahran Yönetimini gelecek endişesine sevk edecektir.
Bu noktada, Suudi Arabistan’ın Kızıl Deniz kıyısında ve Güneydoğu Asya ülkelerinde rafineriler kurmasının engellenmesinin, enerji yönünden Basra Körfezi’ne olan bağımlılığın sürmesine ve Tahran’ın bunun üzerinden destek bulmasına hizmet edeceğini de görmek gerekir. Eğer Suudi Arabistan söz konusu rafinerileri tamamlayıp devreye sokarsa, İran bu destekten de hızla yoksun kalacaktır.
Belirtilen nedenlerden dolayı; İsrail’in İran’a veya İran’ın İsrail’e saldırması kadar, İran’ın Suudi Arabistan’a saldırması ihtimalinin de bulunduğu değerlendirilmektedir. Hatta bu son ihtimalin, ilk iki ihtimalden daha kuvvetli olduğu düşünülmektedir. Bu düşünceye yol açan iki faktörden söz edilebilir. Birincisi, yukarıda İsrail’in tek başına İran’ı hedef alması konusunda uluslararası hukuk ve uluslararası kamuoyu ile ilgili olarak belirtilen mülahazaların İran için söz konusu olmayacağı, bir dönem İran için sıkça telaffuz edilen "asi/serseri” devlet nitelemesinin uluslararası toplum nezdinde yol açtığı İran algılaması ve 1979 ruhuna yeni bir heyecanla sarılmış Tahran Yönetimi için uluslararası hukukun ve uluslararası toplumun ne dediğinin o kadar önemli olmayacağıdır. İkincisi de, İran açısından Suudi Arabistan’a ve İsrail’e bakıldığında; Suudi Arabistan’ı hedef almasının, İran için, daha gerçekçi, daha rasyonel ve İran’ın çıkarlarına daha çok hizmet edici bir tercih olacağı sonucuna ulaşılmaktadır. Çünkü İran İsrail’i hedef alırken, hem bir çok kayba uğrayacak, bir çok aktörü karşısına alacak ve sonuçta varlığını koruma endişesine kapılacak, hem de bu arada Suudi Arabistan Asya’ya yayılıp güçlenecektir. Bir süre sonra, güçlü bir Suudi Arabistan karşısında, zayıf ve güçsüz bir İran tablosu ortaya çıkacaktır.
Onun içindir ki, İran’ın sürpriz yapıp, İsrail yerine Suudi Arabistan’ı hedef alma ihtimalinden söz edilebileceği değerlendirilmektedir.
d. Sonuç olarak; Çin de dahil, bütün ülkelerin yavaşlamış gözüken ekonomik krizi atlatma peşinde olduğu, bu amaçla tedbirler aldığı ve alınan tedbirlerin ülke ekonomilerine yavaşlama olarak yansıdığı bir dönemde; yaşanan gerginliğe ve -iş bu analiz de dahil- yapılan yorumlara rağmen, kısa vadede, ne İran’a, ne İsrail’e, ne de Suudi Arabistan’a yönelik bir saldırının gerçekleşebileceği düşünülmektedir. Mevcut küresel konjonktürün ve devam eden ekonomik krizin, bir askeri harekâta cevaz vermediği değerlendirilmektedir. Basra Körfezi’ndeki enerji sevkiyatının sekteye uğraması ve/veya durması nedeniyle ortaya çıkacak boşluğu doldurabilecek Kızıldeniz kıyısındaki rafineri inşaatının tamamlanmamış ve Güneydoğu Asya ülkelerinde rafinerilerin henüz sözde olması da, bu değerlendirmeyi ayrıca beslemektedir.
Bununla beraber, İran ile bağlantılı güncel gerginlik bağlamında bölgede bir sıcak çatışmadan söz edilmesi gerekseydi; bugün itibarıyla ve normal koşullarda, İran’ın İsrail’e yönelik saldırı ihtimalinin Suudi Arabistan’a yönelik saldırı ihtimalinden ve İsrail’in İran’a saldırı ihtimalinden daha düşük olduğu söylenebilirdi.